
Dünya, mevsimleri eşit dağıtmış şehirlere. Serçe kuşları, yavrularına olan hasretini mevsimlerle dindiriyor. Yanağındaki kahverengi lekelere dalarak taşıyor gagalarından buğday tanelerini kuşlar. Ben, mevsime olan hasretimi seninle gideriyorum…
Akdeniz’in masmavi sularıyla yıkıyorum her sabah
yüzümü. Patlıcan moru rengindeki kasaba dolusu evlerin sana bakan balkonlarının
hemen karşısında hangi ülkenin adaları var, bilmiyorum. Bu kadar yakın
olduklarına göre sen bir ülke olmalıydın; ben, sana iltica etmek isteyen bir
garip…
Pencerelerde begonyalar var. Kireçlerin beyazları
tüm evlerin duvarına giydirilmiş sanki. Tırmalasalar tırnaklarıyla altından
gözlerin çıkacak. Bu şehrin tüm kireç yüzlü evlerin duvarlarında ben, seni
aradım. Bir bilseydin…
Tepelere tırmanan turist kafileleri beni
uğurlamak için gelmiş sanki. Ne acı! Turistler geliyor ben gidiyorum. Senden
sana kaçan bir turist oluyorum demek. Şöyle diyorum içimden kendime ve yanımda
yürüyen siyahtan hayali bir gölgeye:
“-Yoldaki gamze lekesi kimden düştü?
***
Süryani kilisesinin mor kapısından seninle giriyorum içeriye. Ve bakıyorum yanağında ki ben, hâlâ orada uyuyor. Seviniyorum. Postacıların askerden mektup getirince annelerin sevindiği kadar hem de.
Eski Meclis binasının önünden kıvrılan rüzgâr yolun sonuna doğru kovalıyor beni. Şiddetlenmiş rüzgâr. Belli ki kızmış bir şeylere, belki yapraklara, belki de bana. Bense yeşilimsi kadife rengine çalan ve demirden kafası olan; özellikle de aniden inip kalkan bahçe tulumbaları gibi bir sinirli, bir sakin anlamaya çalışıyorum olanı biteni. Olan yok, biten var.
Bu kadar sinirliyse rüzgâr benden almış olmalı huyunu. Seni geride bırakıyorum, yanağındaki kahverengi ben lekesiyle birlikte. Bitmemeliydi diyerek.
Demir-çelik fabrikasının filtresiz bacasından
çıkan sinirli dumanları bana benzetmiştin sen. Bu kadar siyah mı dumanım diye sormuş,
cevabı alamadan da akşamla birlikte akşam gibi olmuştum. Her yer siyah. Akşam da
siyahtı, bunu zaten biliyordum. Siyah ve akşam birbirini tamamlıyor şimdi.
Yüzünü, kahverengi gamze lekesinin ay parçasına çevirdiği gibi.
Gitmeseydin sana şiirler de yazacaktım. Yazdım da. Sana okuyamadan ben uykumdan uyandım. Uyanıkken bile gamze lekesi hâlâ güzel ve hâlâ usluca duruyor orada.
Elini tutmayı düşündüğüm bir ara, gözlerine bakınca,
evvela utandım; sonra yanağındaki lekeye takıldım. Kimse bilmiyor ama ben
aslında o gamze lekesindeki çocukluğuma takıldım.
Soruyorum:
“-Gitmesem olmaz mı”?
Ben gidersem, yanağında her gün büyüyen çocukluğum da gidecek mi?
Fatih TEZCE
Bir yanıt bırakın